Neredeyse yüz sayfadır sana ait olduğum zamanı, onun öyküsünü, kahramanlarını anlattım durdum. Sıkılmadın umarım. Bugünden farklı, bugünden apayrı bir çağa ağıt yaktım, güle oynaya. Fakat içinden çıkamadığım bir mesele var: O yılların çocuğu ben, bugün böyle bir hala, teyze, nine oldum. Burası tamam. Fakat içine gözünü açtığım çağın insanları, değerleri, örfü âdeti nasıl böyle kazındı, yok oldu gitti?
Anlamadığım şeyi anlatmakta zorlanmamam lazım, şunu kastediyorum: Tarih öğretmeni olarak çeyrek asırdan fazla zaman geçirdiğimden, nedensellik meselesine gayet ikna olmuşumdur. Yani bence her olay kendinden sonrakinin nedenidir, falan filan… Fakat kendi küçük hayatım, aha da bu gözlerle gördüklerim söz konusu olunca neden – sonuç bağını kurmadım, kuramıyorum. Biz miyiz yani bugünün mimarı?
Biz o devri öylesine hür ve geniş zamanlarda yaşadıksa bugün neyin üstüne inşa oldu, çözemiyorum. Bugünün karanlığı, kasveti, anahtar deliğine indirgenmiş perspektifi hiçbir yanıyla benim zamanımın ardılı değil. Haydi, bildiğim dilden anlatayım, sanki Rönesans’ta doğdum da zaman tersine aktı ve yetişkinliğim orta çağa denk geldi. Öyle yadırgıyorum, öyle itiyor bünyem.
Diyeceksin ki sizin oralar kurtarılmış bölge gibiymiş ablacım, sen bu memleketin gerçeğini değil, deniz tuzuna bulanmış sosyetik bir düşü yaşamışsın. Diyebilirsin hani. Fakat onaylamam, haberin olsun. Bağnazlık, tutuculuk, yasakçılık, gericilik, haset, nefret, aşağılama, kadın düşmanlığı, hayvan katliamı, doğa kıyıcılık, köşe dönmecilik benim zamanımda da pekâlâ vardı çünkü.
Vardı ama tek tük idi, azıcıktı. Dar bir çevrenin zihinsel ârazı gibiydi. Bugün on milyonların peşine takıldığı trollük öyle moda değildi. Trol denen organizma parmakla gösterilebilecek kadar azdı ve mahallelerimize, hayatlarımıza bir tür defolu mal gibi serpiştirilmişti. Hani her sepette bir iki çürük yumurta olsun gibisinden…
Trol deryasında nefesimizi tutarak yaşamak zorunda değildik özetle. Üstelik bir şeyi daha vurgulamam lazım, izin ver: Dönemimin yurttaş üreteçleri yani okullar, dernekler, sanat kurumları, dini kurumlar ve sonunda aile, sülale örüntüleri bu çapta bir “seri vampir imalatı” da yapmadılar. Sana yemin ederim bunlar bizlerin arasından değil, taş yarığından, lağım deliğinden çıktı. İnsan değiller çünkü.
Bu devamlılık meselesine örnek vereyim. Hem de güzelim sayfiyemden değil, hayal meyal anımsadığım başka yerlerden. Gör bak, yurdumun efendiliği neymiş ve nasıl bugünle alakasızmış.
EDİRNE’YE GİDELİM!
Öyle dedi annem. Edirne onun çocuk olduğu, öğrenci olduğu şehir. Bir sürü arkadaşı var. Özlüyor. Anneannem de Edirne yıllarında iki haylaz evladın çileli anası, bir sarhoş kocanın dirayetli karısı olarak hafızalarda yer edinmiş. Onun da ahretliği orada.
Hayrettir, seyahate engel bir durumumuz yok. Annem genç, otuzlarının ikinci yarısına bile geçmemiş henüz. Ülseri iyileşmiş, biraz bir şeyler yemeye başlamış. Hastanede bir ay yatmış, siyatik sıkışmasını da hallettirmiş orada. Anneannemin romatizması ise henüz yürümesine engel değil. Altmışlarının başında, nispeten dinç. Bense ilkokulun ortalarındayım. Durma boya gidiyorum. Çiroz gibi bir şeye benzemişim. Annem benden memnun, anneannem zaten bayılıyor bana.
Kim tutar bizi! Üçümüz karar veriyor, Sirkeci garından trene biniyoruz. Trende geçen hipnotize edici tıngır mıngır saatlerin ve pencereden akan ayçiçeği denizlerinin bitiminde Edirne’ye ulaşıyoruz. Şişli’ye benzemiyor. Bizim sayfiye ile hiç mi hiç alakası yok. Ama güzel bir şehir. Cıvıl cıvıl sokakları. Daha önce görmediğim aile albümünü ele geçirmiş gibi heyecanlıyım. Annemin, anneannemin benden öncesini izliyorum gözlerimi aça aça. Film gibi iki hafta geçiriyoruz.
Tanıştığım herkes misafirperver. Herkes merhametli ve saygılı. Ilıştır da süt ver çocuğa, misafirlere sor bakalım kahveleri nasıl olsun, terlik getir kızanım, buyursunlar efendim onur duyduk, işte bizim meşhur ciğerimiz, ye bitir yavrum İstanbul’da böyle tereyağı bulamazsın, beğendinse giy götür annecim, para mara istemez… Hep böyle cümleler, hep bu tip karşılamalar.
Sadece bunlar mı? Gece yarısı üç kız sokağa çıkabiliyoruz mesela. Yürüyerek ta çarşıya kadar gidip, çekirdek alıp dönüyoruz. Kış üstelik, hava kılıç gibi keskin. Yazın o sere serpe rehavetinden eser yok. Kimse dönüp bakmıyor bize, kimse tedirgin etmiyor. Bomboş, ıssız sokaklar bile baba ocağı gibi güvenli.
Zenginlik mi bu şimdi, sosyetiklik mi? İlgisi yok! Bir tavuk pişirdi mi, sekiz kişilik sofra etrafında mutlu mesut insanlar. Girdiğim her evin eşyası on beş, yirmi yıllık. Tanıdığım herkes idare etmeyi, küçük maaşlarla aile geçindirmeyi ezbere biliyor. Mesele insanlık. Nefretin seyrek, merhametin gür yetişmesi yüreklerde.
TAŞLITARLA
İstanbul’un uzak muhacir mahallesi. Küçücük beyaz boyalı sıra sıra evler. Az bir bahçesi var her birinin, kadınlar zerzevat yetiştiriyor. Akça pakça, namaz niyazında ve dediğim dedik hepsi, çalışkan ve yoksul anneler. Hangisine girsen mis gibi beyaz sabun kokusu, evler tertemiz.
Anneannemin kız kardeşi, kocası ve dört çocuğuyla Taşlıtarla’da, muhacir evlerinden birinde yaşıyor. Ara sıra gidip, bir iki gece yatıya kalıyoruz. Yol uzak çünkü, şehrin öbür ucu. Aynı gün içinde gidip dönmesi zulüm.
Yer yatakları seriliyor gece olunca. Aynı oda gün ışığında salon. Sedirlerin ortasına masa açılıveriyor. Mutfak buz gibi soğuk. Tuvalet ise bahçede. Sıkıysa giyinmeden çık. Banyo bir giysi dolabı gibi, su gideri olan hücrecikten ibaret. Termosifon bile yok. Mangala benzer metal bir şeyde ateş yakıyor, üstünde güğümle su kaynatıyorlar yıkanmak için. Altı kişiye altmış metrekare.
Devlet, Bulgaristan göçmenlerine bu minicik evleri bağışlamış. Öyle bol keseden değil elbet, aile başına bir ev. Bizimkiler Türkiye’ye ikisi evli, biri bekâr üç kız olarak gelmiş. Üçüne düşen bu evcik. Anneannem ile ortanca kardeşi evi, çok yoksul olan küçük kardeşlerine bırakmış. Kocasının maaşlı bir işi yok, hasta çıkar da çağırırsa iğne vurmaya evlere gidiyor. Meteliğe kurşun atıyorlar. Boy boy çocuk. Ablalar kendi çocuklarının yanında barınıyor nasılsa. Zengin sayılıyorlar.
İşte bu mahallede de herkesin mütevazı, birbirine ilişmeyen,
kavgası gürültüsü olmayan hayatlar yaşadığına tanık oldum. Zenginlik ölçüsü
sofradaki et idi benim çocuk iktisadımda. Babaannemlerde bu et biftekti mesela.
Bir tavuk bizde dört kişiye, Edirne’de sekiz kişiye öğün olurdu. Taşlıtarla bu
hesapça vejetaryen sayılırdı. O zamanlar bilsem vejetaryenliğin ne olduğunu,
kesin adını koyardım. Muhacir sofralarında en babayiğit haftada bir yumurta
çünkü. Yumurta günü diye bir şey var.
***
Annelerin gündüz işe gittiği, akşam dikişe oturduğu yıllar. Babalar bizim sayfiyede tek, başka muhitlerde iki işte çalışır. Herkes darda, herkes çabalarda fakat kimse kimsenin azına çoğuna göz dikmez. Normal insan hepsi, dümdüz ve hasretlik insan. Saygılı, inançlı, hoşgörülü, güler yüzlü, onurlu, çalışkan, hakkına razı insanlar…
Diyeceğim o ki, camında sardunya açtırandan korkma sen de. Çocuk başı okşayandan, şefkatle nasihat verenden çekinme. Evinde kedi, köpek besleyenle komşuluk et. Cebinde beş lirası varken bir lira sadaka verenle kol kola yürü. Ben yarım yüzyılda ancak bu kadarını çözebildim. Hırstan gözü dönmüş güruhtan sakınarak yaşamanın başka yolunu bulamadım. Sana da ancak bu kadarını önerebiliyorum, mazur gör.