31 Ekim 2020 Cumartesi

EFENDİLİK ÇAĞINA ÖVGÜ

 


Neredeyse yüz sayfadır sana ait olduğum zamanı, onun öyküsünü, kahramanlarını anlattım durdum. Sıkılmadın umarım. Bugünden farklı, bugünden apayrı bir çağa ağıt yaktım, güle oynaya. Fakat içinden çıkamadığım bir mesele var: O yılların çocuğu ben, bugün böyle bir hala, teyze, nine oldum. Burası tamam. Fakat içine gözünü açtığım çağın insanları, değerleri, örfü âdeti nasıl böyle kazındı, yok oldu gitti?

Anlamadığım şeyi anlatmakta zorlanmamam lazım, şunu kastediyorum: Tarih öğretmeni olarak çeyrek asırdan fazla zaman geçirdiğimden, nedensellik meselesine gayet ikna olmuşumdur. Yani bence her olay kendinden sonrakinin nedenidir, falan filan… Fakat kendi küçük hayatım, aha da bu gözlerle gördüklerim söz konusu olunca neden – sonuç bağını kurmadım, kuramıyorum. Biz miyiz yani bugünün mimarı?

Biz o devri öylesine hür ve geniş zamanlarda yaşadıksa bugün neyin üstüne inşa oldu, çözemiyorum. Bugünün karanlığı, kasveti, anahtar deliğine indirgenmiş perspektifi hiçbir yanıyla benim zamanımın ardılı değil. Haydi, bildiğim dilden anlatayım, sanki Rönesans’ta doğdum da zaman tersine aktı ve yetişkinliğim orta çağa denk geldi. Öyle yadırgıyorum, öyle itiyor bünyem. 

 

Diyeceksin ki sizin oralar kurtarılmış bölge gibiymiş ablacım, sen bu memleketin gerçeğini değil, deniz tuzuna bulanmış sosyetik bir düşü yaşamışsın. Diyebilirsin hani. Fakat onaylamam, haberin olsun. Bağnazlık, tutuculuk, yasakçılık, gericilik, haset, nefret, aşağılama, kadın düşmanlığı, hayvan katliamı, doğa kıyıcılık, köşe dönmecilik benim zamanımda da pekâlâ vardı çünkü.

Vardı ama tek tük idi, azıcıktı. Dar bir çevrenin zihinsel ârazı gibiydi. Bugün on milyonların peşine takıldığı trollük öyle moda değildi. Trol denen organizma parmakla gösterilebilecek kadar azdı ve mahallelerimize, hayatlarımıza bir tür defolu mal gibi serpiştirilmişti. Hani her sepette bir iki çürük yumurta olsun gibisinden…

Trol deryasında nefesimizi tutarak yaşamak zorunda değildik özetle. Üstelik bir şeyi daha vurgulamam lazım, izin ver: Dönemimin yurttaş üreteçleri yani okullar, dernekler, sanat kurumları, dini kurumlar ve sonunda aile, sülale örüntüleri bu çapta bir “seri vampir imalatı” da yapmadılar. Sana yemin ederim bunlar bizlerin arasından değil, taş yarığından, lağım deliğinden çıktı. İnsan değiller çünkü.  

Bu devamlılık meselesine örnek vereyim. Hem de güzelim sayfiyemden değil, hayal meyal anımsadığım başka yerlerden. Gör bak, yurdumun efendiliği neymiş ve nasıl bugünle alakasızmış.

 

EDİRNE’YE GİDELİM!

Öyle dedi annem. Edirne onun çocuk olduğu, öğrenci olduğu şehir. Bir sürü arkadaşı var. Özlüyor. Anneannem de Edirne yıllarında iki haylaz evladın çileli anası, bir sarhoş kocanın dirayetli karısı olarak hafızalarda yer edinmiş. Onun da ahretliği orada.

Hayrettir, seyahate engel bir durumumuz yok. Annem genç, otuzlarının ikinci yarısına bile geçmemiş henüz. Ülseri iyileşmiş, biraz bir şeyler yemeye başlamış. Hastanede bir ay yatmış, siyatik sıkışmasını da hallettirmiş orada. Anneannemin romatizması ise henüz yürümesine engel değil. Altmışlarının başında, nispeten dinç. Bense ilkokulun ortalarındayım. Durma boya gidiyorum. Çiroz gibi bir şeye benzemişim. Annem benden memnun, anneannem zaten bayılıyor bana. 

 

Kim tutar bizi! Üçümüz karar veriyor, Sirkeci garından trene biniyoruz. Trende geçen hipnotize edici tıngır mıngır saatlerin ve pencereden akan ayçiçeği denizlerinin bitiminde Edirne’ye ulaşıyoruz. Şişli’ye benzemiyor. Bizim sayfiye ile hiç mi hiç alakası yok. Ama güzel bir şehir. Cıvıl cıvıl sokakları. Daha önce görmediğim aile albümünü ele geçirmiş gibi heyecanlıyım. Annemin, anneannemin benden öncesini izliyorum gözlerimi aça aça. Film gibi iki hafta geçiriyoruz.

Tanıştığım herkes misafirperver. Herkes merhametli ve saygılı. Ilıştır da süt ver çocuğa, misafirlere sor bakalım kahveleri nasıl olsun, terlik getir kızanım, buyursunlar efendim onur duyduk, işte bizim meşhur ciğerimiz, ye bitir yavrum İstanbul’da böyle tereyağı bulamazsın, beğendinse giy götür annecim, para mara istemez… Hep böyle cümleler, hep bu tip karşılamalar.

Sadece bunlar mı? Gece yarısı üç kız sokağa çıkabiliyoruz mesela. Yürüyerek ta çarşıya kadar gidip, çekirdek alıp dönüyoruz. Kış üstelik, hava kılıç gibi keskin. Yazın o sere serpe rehavetinden eser yok. Kimse dönüp bakmıyor bize, kimse tedirgin etmiyor. Bomboş, ıssız sokaklar bile baba ocağı gibi güvenli.

Zenginlik mi bu şimdi, sosyetiklik mi? İlgisi yok! Bir tavuk pişirdi mi, sekiz kişilik sofra etrafında mutlu mesut insanlar. Girdiğim her evin eşyası on beş, yirmi yıllık. Tanıdığım herkes idare etmeyi, küçük maaşlarla aile geçindirmeyi ezbere biliyor. Mesele insanlık. Nefretin seyrek, merhametin gür yetişmesi yüreklerde.

 

TAŞLITARLA

İstanbul’un uzak muhacir mahallesi. Küçücük beyaz boyalı sıra sıra evler. Az bir bahçesi var her birinin, kadınlar zerzevat yetiştiriyor. Akça pakça, namaz niyazında ve dediğim dedik hepsi, çalışkan ve yoksul anneler. Hangisine girsen mis gibi beyaz sabun kokusu, evler tertemiz.

Anneannemin kız kardeşi, kocası ve dört çocuğuyla Taşlıtarla’da, muhacir evlerinden birinde yaşıyor. Ara sıra gidip, bir iki gece yatıya kalıyoruz. Yol uzak çünkü, şehrin öbür ucu. Aynı gün içinde gidip dönmesi zulüm.

Yer yatakları seriliyor gece olunca. Aynı oda gün ışığında salon. Sedirlerin ortasına masa açılıveriyor. Mutfak buz gibi soğuk. Tuvalet ise bahçede. Sıkıysa giyinmeden çık. Banyo bir giysi dolabı gibi, su gideri olan hücrecikten ibaret. Termosifon bile yok. Mangala benzer metal bir şeyde ateş yakıyor, üstünde güğümle su kaynatıyorlar yıkanmak için. Altı kişiye altmış metrekare.

Devlet, Bulgaristan göçmenlerine bu minicik evleri bağışlamış. Öyle bol keseden değil elbet, aile başına bir ev. Bizimkiler Türkiye’ye ikisi evli, biri bekâr üç kız olarak gelmiş. Üçüne düşen bu evcik. Anneannem ile ortanca kardeşi evi, çok yoksul olan küçük kardeşlerine bırakmış. Kocasının maaşlı bir işi yok, hasta çıkar da çağırırsa iğne vurmaya evlere gidiyor. Meteliğe kurşun atıyorlar. Boy boy çocuk. Ablalar kendi çocuklarının yanında barınıyor nasılsa. Zengin sayılıyorlar.

İşte bu mahallede de herkesin mütevazı, birbirine ilişmeyen, kavgası gürültüsü olmayan hayatlar yaşadığına tanık oldum. Zenginlik ölçüsü sofradaki et idi benim çocuk iktisadımda. Babaannemlerde bu et biftekti mesela. Bir tavuk bizde dört kişiye, Edirne’de sekiz kişiye öğün olurdu. Taşlıtarla bu hesapça vejetaryen sayılırdı. O zamanlar bilsem vejetaryenliğin ne olduğunu, kesin adını koyardım. Muhacir sofralarında en babayiğit haftada bir yumurta çünkü. Yumurta günü diye bir şey var.

***

Annelerin gündüz işe gittiği, akşam dikişe oturduğu yıllar. Babalar bizim sayfiyede tek, başka muhitlerde iki işte çalışır. Herkes darda, herkes çabalarda fakat kimse kimsenin azına çoğuna göz dikmez. Normal insan hepsi, dümdüz ve hasretlik insan. Saygılı, inançlı, hoşgörülü, güler yüzlü, onurlu, çalışkan, hakkına razı insanlar…

Diyeceğim o ki, camında sardunya açtırandan korkma sen de. Çocuk başı okşayandan, şefkatle nasihat verenden çekinme. Evinde kedi, köpek besleyenle komşuluk et. Cebinde beş lirası varken bir lira sadaka verenle kol kola yürü. Ben yarım yüzyılda ancak bu kadarını çözebildim. Hırstan gözü dönmüş güruhtan sakınarak yaşamanın başka yolunu bulamadım. Sana da ancak bu kadarını önerebiliyorum, mazur gör. 

 


 

26 Ekim 2020 Pazartesi

YÜZÜMÜ OKŞAYAN BUHARLI AROMALAR

Doktor Sami amcanın ültimatomundan beri hayatım kaydı. Evde ıspanak, pırasa, taze fasulye ve kereviz dışında ağzıma atacak tek lokma bulamıyorum. Sanki makarna – köfte kıtlığı başladı, deli olacağım. Dün kaç kere küstüm, kaç kere inat ettim bilsen. Ne yapsam fayda etmiyor. Yemek diye önüme koydukları çerçöpten başkasına erişemiyorum. El mecbur aç yattım. Aslında ağlasam annem dayanamaz ama kendime yediremem, bebek gibi ağlayacak değilim.

Sabaha karşı karnımın gurultusu uyandırıyor. Ponçik ayaklarımı soğuk taşlara basa basa, doğruca buzdolabına gidiyorum. Kulp ne kadar da yüksekte. Boyum yetmez, imkânsız. Yere oturup kapağın lastik contasını tırnaklarımla kanırtmaya başlıyorum. İşte oldu! Açtım lanet dolabı.

Annemin sesi anneanneme yönelmiş: Anne koş koş şuna bak, sincap gibi zeytin kemiriyor.  

Yemek seçme lüksüm o gün sona eriyor. İki karış boyumla en alt rafta bulduğum zeytinleri hüpletmişim açlıktan. Üç yaşına kadar müşkülpesent bir gurme olarak yaşadım ama bundan sonra parolam: Ver Şabana gitmez yabana. Öyle açtım ki, önüme koydukları yoğurtlu ıspanağa bile kurt gibi yumuldum. 

Gurmeliğimin son günleri
 

Doğrusu sebze yemekleriyle barıştıktan sonra gözüm açıldı. Önümde bitimsiz bir lezzet deryası serildi. Mezeler, zeytinyağlılar, çorbalar, salatalar… Ve tabii birbirinden değerli mutfak – sofra anıları.

Annem yemek yapmayı bilmez. En çok bir kek karıştırır, o kadar. Ben ta liseye giderken tülbent içine yufka sararak yaptığı, tadı tuzu olmayan sosyete mantısı diye bir şey öğrendi, öğrenmese daha iyiydi. Bir de mikser çıkınca mayonez yapıp Rus salatasıyla kocasını memnun etmeyi biliyor. Geri kalan tüm mutfak işi kronolojik olarak anneannemde ve bende. Kırk yıl önce başladım yemek içmek işlerine, hâlâ da devam ediyorum. Hocam çoktu ama kabul edeyim ki usta ellerde yetiştim.

Yakışıklı dedem mesela, lakerda erbabıydı. Biliyorsun, rakı severdi kendisi. Rakının da bir numaralı yancısı lakerda. İstanbul denizleri şimdiki gibi sudan çöllere evirilmemiş daha. Denizden türlü türlü lezzet fışkırıyor. Kasım sonuna doğru torik mevsimi geliyor mesela. Anlamadın değil mi, nerden bileceksin toriği. Size anca mezgit, hamsi, istavrit dayıyorlar. Şanslıysan ara sıra tekir, belki üç beş barbun.

Torik aslında uskumrunun dedesi, palamudun değil. Boyu bir metreye yakındır. Takoz dilimler halinde keser dedem, örme selesine düzgünce dizdiği asma yapraklarının üstüne torikleri sıralar. Aralarına da kaya tuzu serper bol bol. Üstünü tuzla iyice örter ve dolapta en az bir on gün bekletir. Sonra zeytinyağına aldığı lakerdayı dilim dilim çıkarır, rakısına yâren eder. Lakerdanın evde yapılmışı makbuldür.

Anneannemin kapuskadan sonra en favori lezzeti paprika. Şu kocaman, kırmızı, külah biçimli biberler. Sonbahar başlarında pazardan kilolarca paprika alınır, bahçe çeşmesinde bir güzel yıkanır. Eternetin altında mangalı yakar anneannem ve büyük bir aşkla tek tek közler biberciklerini. Saatler süren bir keyiftir. Közlenen biber özenle soyulur, kıvrık uçlu bıçağın, gövdesi boyunca açtığı yarıktan çekirdekleri tek tek ayıklanır, sapı kesilir. On kilo biberi işlemek bir günlük mesaiyi alır ama değer de hani. Parmaklarımız yana yana ve közden simsiyah olana kadar ayıklarız. 

Közlenmiş paprikalar akşama doğru eve alınır, kışı geçirecekleri zeytinyağı yatağına teslim edilir. Kocaman cam kavanozlarda bizi bekleyen paprikalar bazen köz patlıcan ve domatesle, bazen de anneannemin deyimiyle “oh acıca acıca” sivri biberle karıştırılır. İçine ince kıyım maydanoz eklenir, bol sirke ve zeytinyağı ile lezzetlendirilir. Bu mezenin adı mamzana. Daha ziyade salata niyetine yenir. Mevsim yazsa mamzana patlıcanlı domatesli olur, kışsa biberli veya sadece pulbiberli. Maydanoz sabit ama. Filibe’sini yüreğinde yaşatan anneanneciğim, kayık tabakla sofraya taşıdığı mamzanasında hasretini dindirir. 

Babaannemin mutfağı ayrı bir cümbüş. Domatesli pilavı dillere destandır. İki kilodan fazla Çanakkale domatesi azıcık zeytinyağı ve tuzla kısık ateşte uzun uzun kaynatılır. Uzun dedimse beş altı saat. Sonunda iyice özütüne kalan domatesler, tereyağlı beyaz pirinçle kavuşur ki, tadından yenmez.

Etli lahana sarması anneannemden ise zeytinyağlı yaprak sarma babaannemden miras bana. Babaanneme özgü diğer lezzetlerden biri ekşili köfteyse biri de patlıcan böreği. Ekşili köfte kışlıktır. Tarifi basit: Meyaneli, limonla hafifletilmiş et suyunda kaynatılan pirinçli top köfteler, minik küp doğranmış havuçlar ve maydanoz. Ama patlıcan böreği el tutar. Yaz sofralarımızın kraliçesi kendisi. Boyuna ikiye bölünen patlıcanlar tuzlu suda haşlanır. Dinlendirilip içleriyle kabuk kısımları ayrılır. İçlere az beyaz peynir, ezilmiş sarımsak, incecik kıyılmış maydanoz ile un ve yumurta eklenir, tepsiye dizilen kabuklar bu harçla doldurulur. Fırında üstü kızardı mı, kuzenler arası patlıcan böreği muharebesi başlayacak demektir.

Bir cumartesi, doktor dedem sabahın ilk ışıklarıyla balıktan döndü. Elinde devasa bir kırlangıç balığı. Aman allah! Muzaffer komutan edasıyla, hasır şapkasının altında güneş gibi ışıldıyor. O pek nadir bulunan balıkla babaannem bize öyle bir bayram sofrası döşedi ki, aklımdan çıkması imkânsız.

Zaten bizde her bayram babaannemin öğle sofrasında toplanılır. İki oğlu, gelinleri, dünürleri ve torunlarıyla başköşesine kurulduğu sofra, dedem için çıkılabilecek en yüce taht gibidir. Mevsim yazsa bizim sayfiyede balkona kurulur sofra, kışsa Şişli’deki gül ağacı masanın etrafında toplanırız.

Baba tarafımın ömür boyu içtiği biranın toplamı bir kasayı geçmez. O da ancak bayram sofralarında. Babam, amcam ve dedem bir şişe birayı aralarında pay eder. Keyif yemekten gelir, bu hepsi incecik yapılı adamlar için. Azar azar ama lezzetli şeylerden yerler. Bayram çikolatası yanında ikram edilen portakal likörünü de saymazsak, toptan Yeşilaycı olduklarını söyleyebilirim. Meselenin inançla dinle de alakası yoktur. Aralarında ibadet eden görmedim. Alkol sevmezler sadece, o kadar.

Babaannemin liseden, pardon kolejden arkadaşlarıyla toplantıları ayrı hadise. Her ay birinin evinde buluşurlar. Öğle yemeğinden önce gidilir, akşamüstü gibi kalkılır. Ev sahibesi değişse de her seferinde büyük ve zengin bir kahvaltı masası kurulur. Hayatımın ilk turunç reçelini o sofralarda tattım mesela, ilk somon fümesini de.  

Küçücük incecik kaselerde gümüş kaşıklar eşliğinde servis edilen mezeler, reçeller, fümeler, minicik çörekler, börekler… Her şey az, küçük ve deli gibi lezzetli. Masaların şıklığı bundan ibaret değil. Çatal bıçak takımları sanat eseri adeta. Gümüş bıçakların sapı nasıl ağır, düşüreceğim diye aklım çıkar. Bohemya kristali bardaklar insanın elinde eriyecek kadar ince. Masa örtüleri de efsane: Rahibe işi kolalılar mı dersin, incecik tığ işi danteller mi, İtalyan gelinlere duvak olacak zarafette beyaz işler mi. Hele ceket cebine koysan uyacak, keten peçeteler... Mobilyalara hiç girmeyeyim zaten. Anlaşılan 1920’lerin nesli bu İstanbul kızları hem varlıklı hem zevkliymiş. Benim toprak kokulu sayfiyemdeki fukara işlevsellik ile bu evlerdeki şaşaalı kristallik kabili kıyas değil.

Babaannem yaşlandıkça “kızlar” ile bu mutat toplantıları evlerden dışarı çıktı. Klaslarına uygun restoranlarda, kafelerde buluşmaya başladılar. Büyük Kulüpten Moda Deniz Kulübüne, bir dünya mahsus mekânı yine o toplantılar sayesinde gördüm. Demir leydimin ilerleyen yaşı, bayram sofralarımızı da zamanla öğle yemeğinden, hazırlaması nispeten kolay kahvaltıya evirdi. Artık uzun süre ayakta duracak takati kalmadığında da hepten kahve buluşmalarına geçtik.

Önceki kısımlarda uzun boylu anlatmıştım sana, babaannem sayesinde sayfiyemden başka, bambaşka dünyalara anahtar deliğinden olsun bakabildim. Dikişten aşçılığa bildiği her şeyi tek kız torununa aktarmak için özel çaba sarf eden Güzin Hanım, tek bir sırrını esirgedi: O meşhur ve benzersiz ıspanak böreğini. Kaç kere damağımın hafızasından reçeteler kazıdım, türlü denemeler yaptım, çeşitli oranlar uyguladım. Nafile! Hâlâ nasıl o kadar ince, hafif ve lezzetli yapardı, bilmiyorum. Dünyanın hiçbir yerinde aynı tadı bulamayacağıma eminim. Tam kararında süt, tam yetecek kadar yumurta, erimemiş, diri de kalmamış ideal kıvamda ıspanaklar, arkadan gelen belli belirsiz bir zeytinyağı aroması… Hey gidi.

Babaannemi hastaneden eve değil de camiye götüreceğimizi anladığımız gün amcam, küçük kuzenim ve ben demir leydimin evine geldik. Mezar yeri tapusunu bulmamız gerek, malum. Susamışız zahir, birimiz buzdolabını açtı. Bir de ne görelim! Tam üç dilim ıspanak böreği. Tam üçümüze kadar. Hayatımızın son ıspanak böreği ile damağımıza o benzersiz mührünü vurdu gitti canım babaannem. 

***

Peki ya kebap, döner, hamburger, pizza, pide, lahmacun? Bunlar yok benim dünyamda. Hiç mi yok? Hiç yok. Zira bizde dışarıda yemek âdet değildir. Dışarıdan sadece ekmek alınır. Mahalle fırınında pişsin diye siniye döşenmiş bayram börekleri bile el emeği, ev yapımıdır. 1985’lerden sonra çoğaldı restoranlar. Şimdi artık pıtrak gibi. Altında yemek yeri olmayan apartman kalmadı neredeyse.

Öğün saati vurduğunda her mahalleyi ağır yağ ve soğan kokusu kaplıyor. Katlanılır gibi değil. Kebapçıda ateşe damlayan kuyruk yağının yapışkan kokusuna da zincir hamburgercinin içinde sözümona patates kızarttığı yağın yakıcı kokusuna da alışmayacağım. Reddediyorum. Yetişkin ömrümü içinde geçirdiğim bu yeme çılgınlığını yadırgamaya devam.

Ait olduğum dünya, evde pişenlerin, anne eli değmişlerin, ailenin hususiyetini taşıyanların dünyası. Komşu kapısının açılmasıyla yüzünü okşayan o buharlı aromalar. Orada kalacağım ben. Sana da tavsiye ederim. 

 

Doktor dedem denizden kovası dolu dönmüş, tuttuğu balıkları yüzdürmek bana düşmüş.


Bu tutmuş, bu pişirmiş, bu yemiş... Soframın mimarları bir arada.




 

24 Ekim 2020 Cumartesi

ÇOCUK DARLAMA SANATI

Dağ gibi bir adam doktor. Boyu öyle uzun ki, kapı eşiklerinden başını eğerek geçiyor. Neden sonra tarihçi olacağım da böyle yapanlara “hâle bak tekke kapısından girer gibi” diye nazire edeceğim. Henüz üç yaşında bir baş belasıyım, ancak izleyebiliyorum hayatı; izliyor ve kafamdaki hard diske kaydediyorum.

Doktorun popoma sapladığı beygir iğnesi yüzünden acı içindeyim. Ne var ki yabancı yerde yaygara edip ailemi utandırmam söz konusu değil, dişimi sıkıyorum. Bir de şaşkınlık var tabii. Doktor annemi öyle sert azarlıyor ki, hayretler içinde kalıyorum. Dinle bak:

-          Kızım dimağın tümden durdu mu senin, nasıl yaparsın böyle bir şey?

-          Hocam yemiyor, yediremiyoruz vallahi. Tutturuyor köfte isterim, makarna pilav isterim. Baş edemiyoruz, size yemin ederim. Neler yaptım, arkasından koştum elimde tabakla fakat katiyen sebze yediremiyorum ben buna.

-          Ne demek yemiyor! Kan zehirlenmesi olmuş çocuk. Huyuna gideyim derken el kadar sabiyi öldüreceksin. Başka yemek verme, üç dört saat aç kalsın. Açlık bütün canlılar için motivasyon. Gör bak ıspanağı, pırasayı nasıl kaşıklayacak. Sizin kuşak çocuk budalası olmuş kızım! Halayık değilsin sen, aklını başına devşir. Annelik kural koymaktır. Al bu ilaçları, bir de balık yağı içirin çocuğa. İştahı açılsın.   

Annem nerdeyse ağlayacak, eli ayağı titriyor. Hele babaannem köşedeki berjerden başını öne arkaya salladıkça iyice içi çekiliyor, biliyorum. Babamla tartışırken de yüzü böyle kâğıt rengine döner. Zaten sıskacık bir şey, yine bayılmasa bari. Doktor dedem ortamın elektriğini dağıtan bir konu açıyor da nezaketimizi kolumuzun altına alıp efendi gibi çıkıyoruz çocuk doktorunun evinden.

Doktor Sami Bey Şişli’de, Kâzım Orbay caddesinde, babaannemlerin karşısındaki apartmanın giriş katında oturur. Eşiyle ikisi, her yeri kitap dolu bu büyülü evde yaşarlar. Ne zaman gelsek pikapta klasik müzik çalar. Çok etkileyici melodiler. Babaannemin tabiriyle “kalburüstü” kimselermiş. Sami amca yaşlandığı için artık muayenehanesini kapatmış. Sadece bizim gibi “hatırlı” dostları için evinde tek tük hasta bakıyor. Dedemin tıbbiyeden arkadaşı sanırım, emin değilim. Annemi her gelişimizde böyle hırpalamasa, aslında esaslı bir hekim. Nerem ağrıyor, neden ağrıyor şıp diye buluyor. Verdiği her ilaç, yazdığı her reçete kısa zamanda işe yarıyor. Ben şahsen gayet memnunum kendisinden. Tek, fırçacı biraz işte.  

***

Benim yurdumda çocuk yetiştirme anlayışı böyleydi. Yeme içme meseleleri, kıyafet seçmeler falan hikâye. Kesinlikle çocuğun istediği yapılmaz, büyüklere göre “doğru olan” neyse o yerine getirilirdi. Benim böyle yemek seçecek kadar şımarmam, annemin çalışıyor olmasının açtığı istisna alanı. Zaten vicdan azabı çeken kadıncağıza, her gün beni bırakıp gidiyor diye eziyet ediyorum herhalde, ne bileyim. Çocuklar zalim olur. Yaşıtlarımla aramızda, tâbi olduğumuz yasakları bize inat koyduklarını konuşup birbirimizi bileyerek saatler harcamışızdır. İnat falan değildi elbet. Düzgün, dengeli, görev bilinci olan yetişkinlere evirilelim diye disiplinliydiler, hepsi bu.  

Çocuğa uygulanacak kuralları genellikle babalar koyar, anneler dikte ederdi. Mesela yeni ayakkabı isteyeceksin: Uygun zamanı kollar, utana sıkıla annene söylersin. “Ben bir şey diyemem, babana sormamız lazım” cevabını alırsın, hiç değişmez. Haftalar hatta aylarca baba merciinden gelecek oluru bekler, bu sayede sabırlı ve kanaatkâr olmayı öğrenirsin. Çocuk taifesinin her dediğini yapmak, çocuğa zarar vermek anlamına gelir bizim dünyamızda. Öyle ya, büyüdüğünde hayat ağzına her gak dediğinde süt, guk dediğinde et vermeyecek. Dişini sıkmayı, yokluğu, yasağı, sınırları küçükten öğreneceksin ki ileride sıkıntı çekmeyesin. Anne babalar kendilerini işte bu çocukluk sıkıntısının mimarı olarak görürler.

Sevilmediğimiz hissine de kapılmazdık ama doğruya doğru. Yaptığımız beş resimden ancak birine “fena değil, şurasına daha fazla özen göster” denirdi ve biz buna sevinirdik. Aferin ancak bu kadar olurdu. Çocuk, kibirli olmasın diye fazla övülmezdi.

Fakat hemen her aile çocuğun dikkate değer bir marifetini görürse ona yatırım yapmaktan, o konuda gelişmesi için imkân açmaktan da geri durmazdı. Benim tanıdıklarım öyleydi en azından. Mahalledeki bütün çocukların evinde en az bir takım ansiklopedi bulunurdu mesela. Altı ciltlik Hayat Ansiklopedisi, otuz iki ciltlik Ana Britannica…. Hemen her çocuk merak ettiği şeyi okuyup öğreneceği kaynakla aynı odada yaşama lüksüne sahipti yani.

Öyle deme! Okul kütüphaneleri çok zayıf bizim sayfiyede. Köklü, birikimli okullar pek yok bizim buralarda. İstanbul’dayız evet ama Anadolu yakası biraz şey işte. Hepsi birbirinin kopyası, gariban devlet okulları. İmkânları sınırlı. Olanlara da bizimkilerin bütçesi erişemiyor. Hülasa bizim nesil için evde kitapla büyümek en büyük avantaj.

Babam ben daha ilkokula başlamadan “Kuşlar”, “Okyanuslar”, “Memeliler”, “Sürüngenler” gibi ayrı ciltlerden oluşan müthiş bir ansiklopedi seti almıştı bana. Her ay bir cilt tabii, bütçeyi sarsmadan. Her cildi seksen – yüz sayfalık, bol resimli, tercümesi su gibi şıkır şıkır bir Türkçeyle, sert kapaklı, kuşe kâğıda basılmış rüya gibi kitaplar. Neredeyse kırk beş yıl geçti, hepsi dün gibi gözümün önünde. Bir gece ciltlerden birini koluma kıstırıp tüymüşüm. Düşünsene, beş – altı yaşlarındasın ve evden kaçarken yanına aldığın üç şey kitap, leblebi ve el feneri! Sabaha karşı köpeğimiz Kont’un kulübesinde, ona sarılıp uyurken bulmuşlar. Ayaklar sığmamış dışarı taşmış tabii, yakayı ele vermişiz. Neyse.

Beni asıl keşfeden babaannemlerin ahbabı yaşlı bir sefire hanımdı. Sefire, kocası büyükelçi olan demek. Sen bilmezsin bunları, açıklayayım. Çocuğu; kültürüne, görgüsüne güvenilen kimselere götürüp tahsili hakkında tavsiye almak âdettendi. Beni birkaç kez imtihan eden bu hanım bizimkilere “bu kızın lisana istidadı var” deyince dedem paraya kıymış, bana şahane bir İngilizce seti almış.

İlkokul üçe başladığım sene yabancı dil öğrenmeye de başladım. Evet, kendi kendime tabii. Kitaplar ve plaklar ile. Hikâye kitapları sert kapaklı, ciltli. Alice Harikalar Diyarında, Seksen Günde Devrialem, Prenses ve Bezelye Tanesi, Uyuyan Güzel, daha neler neler. Alıştırma kitapları ise fasikül gibi, ince ve kullanışlı. Ana dili dinlemezse çocuğun konuşma becerisi gelişmez diye düşünmüş Oxford’daki hocalar, alıştırmaları sesli yapmışlar. Bir sürü 45’lik plak. Üniteler ilerledikçe yeni plak geliyor.

Ama nasıl zevkliydi papağan gibi o sesleri, o aksanları taklit etmek. Hayatım boyunca aldığım aferinlerin tümünden çok takdir topladım ailemden. Dil öğrenmeye heves etmem, bu kana kana aferin duyma zevkinden olsa gerek. Az bulunan kıymetli olurmuş, değil mi…  

İlkokul üçü bitirdiğim sene. Sirkeci Garındayız.
Çoktandır sebze yiyor, anneme şımarmıyorum.


 

 

22 Ekim 2020 Perşembe

LAHANA ORDUSU İSTİLȂSI

Neyi dedin, anlamadım? Ha, evet. Anneannem tavuk tütsülüyor, onun kokusu. Yok yahu füme et gibi değil. Mavi ispirtoya bandığı bir parça pamuğu kibritle tutuşturmuş, onun üstünde yapıyor işlemi; hayvanın tüylerini, tüy köklerini yakıyor. Öyle saçlı sakallı girmez ki tencereye. 

Efendim? Tavuğun tüyü olmaz mıymış? Eh, sen nasıl bir dünyada yaşıyorsun arkadaş? Gel hele, gel benle. Nasıl yiyorsunuz o tatsız tuzsuz lastik gibi şeyleri, hiç anlamıyorum zaten. Senin hayatın sentetik. Gel de sahici yemek neymiş, nasıl olurmuş gözünle gör. Yalnız karnın açsa bir şeyler atıştır evvela. Bahçeden malta eriği toplamıştım, onlardan kapıver iki üç tane. Sonra yok ağzımın suyu aktı, yok midem zil çaldı falan, karışmam. Benim zamanımın mutfağı da sofrası da lezzet cümbüşüdür çünkü, aklını başından alır. Senin o plastiğe sarılmış ne idüğü belirsiz şeylerine benzemez.  

Mahallemin şahsiyeti hafızama nasıl genzimden girdiyse, nasıl içime çeke çeke hatırıma nakşettimse muhitimi, ev dediğin, aile dediğin nesne de damaktan hatırlanır. Hatırlıyorsun değil mi, eczanenin tentürdiyodunu, terzinin kolonyasını… işte her evin iklimini de tencerede kaynayan belirler.

Yemek pişmeyen ev yoktur benim çağımda. Soba üstünde yahut ocakta illa bir şeyler tıkırdar. Annelerin, büyükannelerin başlıca gailesi, her akşam yavru kuşlar gibi açık ağızlarla sofra başında toplanan aile efradını doyurmaktır. Yemekler, özellikle akşam yemekleri muhakkak birlikte yenir, anlatmıştım daha önce.

Damağımın ilk hatırladığı lezzetler, anneannemin o güzelim muhacir elleriyle yaptıkları. Liste başı da kapuska. Her kış hayatımızı lahana orduları ele geçirir diyeyim, sen anla artık kapuska pişme sıklığını. Kocaman bembeyaz lahanalar pazardan alınır, uflaya puflaya eve taşınır. Bu birinci kuraldır. Fayans kaplama tezgâha “bam” diye bırakılan lahana, tahta saplı dev bıçakla iki eşit yarım küreye kesilir. Benim zamanımın lahanaları bu mitoz bölünme sırasında bas bariton çatırtılar çıkarır ama yorgun bileklere mukavemet etmez hani. Yağ gibi akar bıçak. Yaz mevsiminin koca kafası karpuz gibi huysuz değildir lahana, halden anlar.

Fen dersi okumuş benim gibi bilmişler için lahananın muamması, iki parçaya ayrılınca azalacağına çoğalmasıdır. Çünkü bir lahanadan dört koca tencere kapuska çıkar ve ben bunu fizik kurallarıyla asla açıklayamam. Dolma saracaksak misal, lahananın sert kökünü kıvrık uçlu bıçakla çıkarıp büsbütün tencereye koyar, iki tıkırdatıp yaprakları yumuşattıktan sonra çıkarırız. Soğumaya yüz tutan yaprakları tek tek soyar, içlerine kıymalı veya pirinçli harç koyup yuvarlarız. Dört tencere kapuskaya yeten lahana, enteresandır ancak bir tencere dolmaya imkân verir. Oysa içine başka malzemeler de sardık, mantıkça en az beş – altı tencere çıkması lazım, değil mi? Öyle olmaz ama. Lahana esrarengiz bir nesnedir. Tümken azdır, bölündükçe çoğalır, bereketlenir. Bu da onun muamması işte. Neyse.

İlkokul çağımdayken zor bela kucaklayıp içine folluktan kırk – elli yumurta doldurduğum şu alüminyum tencereyi görüyor musun? İşte kapuska tenceresi rolü de ona ait. Kes bakalım lahanayı ikiye, kes bir daha dörde ayır. Hah, tamam. Gazete kağıdına sar, buzdolabına kaldır onları, sonra kullanırız. Şimdilik bize bir çeyreği yetecek. Streç film, folyo plastik kap falan arama şekerim. Benim zamanıma ait değil onlar. En yarayışlı malzeme gazete kâğıdı. Sar sar. Bir şey olmaz. Kararan kısımları keser öyle pişiririz ayırdıklarımızı.

Evvela tencerenin dibine tahta kaşıkla şöyle okkalı bir miktar Vita yağı koyuyoruz. Tezgâh üstü ocağın altındaki perdeyi arala, orada beşlik teneke içinde Vita. Yağı eritmekle yetinme, azıcık yansın. Lezzeti öyle çıkar. Sonra yine tezgâh altındaki cam kavanozdan koca bir kaşık biber salçası ekle. İyice kavur ama o çiğ salça tadı uçsun. Ha, o mu? Zeytinyağı o. Salçanın üzerine az bir şey zeytinyağı dökmek lazım. Bozulmasın diye elbet. Koruyucu denen kimyasallar yok ki benim zamanımda, her şey hakiki. Biber ne sürede çürürse salça da ona yakın zamanda küflenir. Biber salçasını uzun süre dayansın diye yağ ile örtüyoruz ki okside olmasın. Her sene yeni salça yapmamız da bundan. Salça ancak bir sezon dayanır. Hakikiyse tabii, ilaca bulanmadıysa. Anladın?

Şimdi soğanları doğra bakalım. İki üç kafa yeter. Çeyrek lahanayı da aynı şekilde keselim. Oldu mu? Kavruldular mı biraz? Şimdi çocuğu koştur sobaya, üstündeki koca çaydanlığı kapsın gelsin. Küçücük çocuk nasıl taşıyacak üç litre kaynar suyu diye soramazsın. Dikkatini çekerim, 1970’lerdeyiz. Çocuklar da organik. Pekâlâ taşır getirirler. Gücü kuvveti yerinde maşallah kızanın.

Evet, sıcak suyunu verdikse artık tavuğun kuyruğu veya boynunu da tencereye ekleyelim. Et tadı gelsin biraz, değil mi? Bütçemiz elverseydi kuşbaşı falan koyardık ama bununla idare edeceksin şekerim. Memur evi burası. Neyse, ince lezzet ayarına devam. Bahçeden bir iki yaprak defne koparsın ufaklık, onları da at tencereye. Kapuskamızın ağır kokmasını istemeyiz. Defne iyi gelir, rayihası güzeldir. Tencerenin altını iyice kıs lütfen. Ya da en iyisi sobanın üzerine al tencereyi, orada ılık ılık beklesin. Saat kaç, altı oldu mu? Güzel. Yarım saate kapuska sofrada, ev halkı da sofra başında demektir. Haydi, ağzımızın tadı tuzu bozulmasın. 



Sofra ya da mutfak fotoğrafı bulamadım, bunlarla idare edeceğiz artık.

 

14 Ekim 2020 Çarşamba

EŞEĞİN SEMERİ

İlkokul üç ya da dörtte olmam lazım. Mevsim kış. Şimdiki gibi yalancı değil kışlar, adamakıllı soğuk yapıyor. Kalın boğazlı kazaklar, yün çoraplar, rengârenk örme hırkalar zamanı. Şubat tatilinde olmalıyım. Yoksa Şişli’de ne işim var?

Şu tipime bak, büyümüş de küçülmüş. Fistolu kaşmir elbise falan… Bu kadar muntazamlığın nedeni, yılın cici kızı oynadığım zamanında olmamız. Babaannemlerdeyim. Şimdi kolaysa elin yüzün leş gibi, saç baş bir tarafta, anneannemin korkuluk yerine tercih ettiği deyimiyle “tarla cadısı” gibi dolan. İmkânı yok! Güzin Hanım yakar çıranı.

İşte bak, babaannemle ORKO’dan dönüyoruz. Ordu yardımlaşma kooperatifi miydi, neydi adı bilemedim şimdi. Süper ucuz fiyata temel alışverişi yapabileceğin market gibi, depo gibi bir yer. İçerisi daima sabun kokar. Herkese açık değil ama dedem albay olduğu için girebiliyoruz. Ayda bir toplu alışverişin tek adresi babaannem için. Hem hesaplı hem de çeşit bol, bakkal gibi değil.

Tekerlekli çuvala benzeyen alışveriş arabaları da yeni çıkmış. Çekçek deniyor. Bizimki kapmış hemen bir tane, koyu gri üzerine kırmızı ekoseli. Yaşlandı tabii, file taşıması zor geliyor. Kıyamam. Lakin bu çekçek denen mereti kim tasarladıysa, tanımak isterdim doğrusu. İki çift lafım var kendisine. Kardeşim, sen bu ön ayaklara teker takmayı akıl ettin de arka ayakların başı kel miydi affedersin? Yürütmek için kırk beş derece öne yatırılan çekçek kaç kilo yük bindiriyor elime, hiç haberin oldu mu acaba? Haydi sen denemedin, akıl da edemedin anlarım. Fakat ileride aynı kadük mantıkla valiz tasarlayan çırağın da mı bu derece ahmaktı? Sözümona icatlarınız ağır taşımayı kolaylaştıracaktı. Hani, nerede? Neyse…  

Babaannemle Kâzım Orbay caddesinin bir ucundaki Emek apartmanından ta Kurtuluş sapağına, ORKO’ya kadar yürüyüp arabayı erzakla doldurmuşuz. Pirinç, fasulye, nohut, un, galeta unu, mercimek, makarna dolu araba nasıl da ağır. İçimden eşek ölüsü gibi diye düşünüyorum. Ağırlığı hissetmemek için, dibinden geçtiğimiz gayrimüslim mezarlığının yüksek duvarını oluşturan yüzlerce yıllık taşları sayıyorum. Zira hem babaanneme yardım olsun hem de göze gireyim diye ara ara ben çekiyorum arabayı. Demir Leydi’me yaranmak için bamya bile yemişim, biraz ağırlık taşısam ne olur.

Yalnız bu eşek meselesi ileride nedense ikide bir karşıma çıkacak. Boy attıkça küçülen kıyafetlerime bakan aile efradı “eşek büyüdü semer küçüldü” diye damarıma basacak mesela. Yahut daha da büyüdüğümde okul yolunda peşimize takılan serseriler “kızlar sizin babanız şekerci mi, niye böyle tatlısınız” diye laf attığında dönüp “hayır semerci, sizin gibi eşeklere semer dikiyor” diyeceğiz… Özetle, eşek mühim.  

***

Mevcut kaldırım taşlarını söküp yerine aynısının lacivertini döşeyerek para kırma ideolojisi henüz resmiyet kazanmadığından, Bomonti’nin kaldırımları eski ama jilet gibi düzgün. Takılmadan, tökezlemeden gidiyor, yağ gibi akıyor çekçek. Kalabalık da değil öyle. Araba desen tek tük. Tabanvayla yarım saat git, bir o kadar dön kilometre yolda, ancak iki üç hanıma denk gelip ayaküstü laflıyor babaannem. Benim için bulunmaz fırsat. Dikkatle izliyor, inceliyorum onları. Ta o yaşlardan beri her şeyi deli gibi merak ediyorum çünkü. Lüzumlu lüzumsuz fark etmez. İlla bilmem lazım… Neyse.

Yaşları elli – altmışlarında gibi görünen bu Şişli’li teyzelerin hepsi muntazam giyimli bir defa. Saçlar mizanpli, ipekli bluzların altında, dizkapağının yarım parmak ötesine uzanan etekler gayet ütülü; siyah, gri veya devetüyü mantoların yakasında muhakkak bir broş. Kiminin kolunda, kiminin eline pahalı olduğu her halinden belli zarif deri çantalar. Diğer elde ufacık bir file. İçinde iki yüz elli gram beyaz peynir, yarım kilo et, beş dilim füme somon, bir muz ve ikişer elma ile portakal ve yarım ekmek. Taşıyabilecekleri kadar aldıklarını düşündürüyor. Belki ödeyebilecekleri kadar alıyorlar.  

Bu ojesi, ruju, ipek fuları yerli yerinde hanımefendiler koskocaman apartman dairelerinde genellikle bir başlarına yaşıyorlar. Güzin Hanımın komşu ziyaretlerinden biliyorum. Yakalarındaki broşların ellide biri etmiyor aylık gelirleri. Bir vakit zenginmişler besbelli. Şimdi geride kalmış o günler. Çocukları okutup evlendirmiş, beyleri de emri hak vacip olunca defnetmiş yaslı dullardan ziyade; yaldız dekorlu, şık, minik biblolara benzetiyorum onları. Tamam, benim boyum yaşıtlarıma nazaran biraz kazulet ama altmış yaşında kadınların ilkokul çocuğundan kısa olması da normal addedilemez herhalde, değil mi?

Zihnimdeki “medeni Şişli” imgesinde bugüne kadar canlı kalan bu hanımlar hakkında uzun uzun düşünmeler yapacağım büyürken. Genç, mevki ve kudret sahibi adamların “zarif eşi” olarak yerleştikleri o devasa apartman dairelerinde böyle yalnız kalmaları ve gitgide ufalmaları canımı acıtıyor çünkü. Vaktiyle altın mürekkeple yazılan hikayeleri jiletle kazınmakta sanki, silinip gitmeleri an meselesi…

Cinsiyetimin ve bu topraklarda kadın taifesine biçilen kaderin idrakine ermeye başladığım yaştan itibaren kendime söz veriyorum: Onlar gibi olmayacağım. Zamanın bir yerinde böyle tutsak kalmayacak, kendimde ve hayatta cereyan eden değişime gözümü kocaman açacağım. Başımı eğip önüme önüme değil, karşıya bakacağım dimdik. Şartlar değiştikçe ben de düzenimi değiştireceğim. Etraf ne der prangasına teslim olmak yok. Eteklerim uzamayacak. Yaşlandım, küçüldümse giysilerim de küçülecek, evim de. Bir imajın, devri dolmuş bir itibarın içini doldurmak uğruna silinip gitmeyeceğim. Hayatın her bir gününü, hakkını vere vere yaşayacağım. İşte o kadar.

***

Böyle bir günde gördüm onu, semeriyle bütünleşmiş eşeği. ORKO dönüşü bizim apartmanın tarafındaki kaldırımdan ağır ağır ilerlerken, az ötede biriken kalabalığı fark edip şaşırdık. Önce çekçek durdu, sonra babaannem. Bir iki adım ilerleyince ben de zınk diye durdum mecburen. Fena bir şey olmuş belli ama kalabalıktan tam göremiyorum. Babaannem “uzak dur kızım” deyince karşı kaldırıma geçip, kalabalığın etrafından dolanarak eve ulaştık.

Üçüncü kattaki dairemize çıkar çıkmaz cama koştum. Aman bir de ne göreyim, facia! Meğer bitişik apartmanın beşinci katında camları silen temizlikçi teyzenin ayağı kaymış, düşmüş aşağı. Binanın altındaki bakkala, mandıradan süt getiren köylünün eşeği de tesadüf tam orada. Maslak o zamanlar bildiğin köy. Mandıralar var. Köylü oradan geliyor. Uzatmayalım, temizlikçi kadın koca gövdesiyle eşeğin beline, ecel olup inmiş. Zavallı hayvancık oracıkta can vermiş. Semeriyle bütünleşmiş adeta, yamyassı olmuş gövdesi. Kadın sağlam ama, bir şey olmamış. Kısmet mi dersin, kader mi…

Neyse ki benim cici sayfiyemde böyle kaderler yaşanmaz. Herkes kendi evini temizler bir defa, eve iş gördürmeye birini çağırmak utanılacak şeydir. Üstelik sayfiyemizde hemen bütün evler iki – üç katlıdır, düşsen de hiçbir eşeği öldüremezsin. O hadisenden sonra bir daha asla içinde ağırlıkla eşeğin bir arada geçtiği cümleler kurmadım zaten.

Süt satmaya zengin muhite gelen sahibini ta Maslak köyünden sırtında taşıyan sevgili kadersiz eşek. Mekânın cennet olsun. Çok üzüldüm, çok ağladım sana, bilesin.

7 Ekim 2020 Çarşamba

HAYATIMIN DEMİR LEYDİSİ

Öğle saatleri. Hava sıcak. Haziran ayının ortalarındayız. Heyecandan kulaklarım uğulduyor. Lise ikiyi bitirmişiz, kolay mı. Karnemi ve kızıl kalın bir telle onun arkasına zımbaladıkları takdirnameyi savura savura eve geliyorum. Keyfim yerinde. Merdivenleri pata küte çıkıp kapıdan kafamı uzatıyorum içeri: Anneanne! İki yüz lira verebilir misin? Kaset kiralayacağız ortaklaşa.   

Anneannem artık ancak koltuk değneğiyle yürüyebiliyor. Romatizmadan deforme olan eklemleri durmadan sızlamakta. Usul usul geliyor, karnem için yüzümü gözümü alnımı öpücüğe boğup, harçlığımı veriyor. Ağzı kulaklarında. Kızanı gene iyi karne getirdi, aferin!

Güzelim bahçem, sıcacık evim, gözümün nuru ağaçlarım… Hepsi tarihe karıştı. İki sene önce annemin ısrarıyla evimi yıktılar, yerine saçma sapan bir apartman diktiler. En üst katta barınıyoruz. Artık ikisi de iyice yaşlanan babaannem ve doktor dedem de Şişli’yi tümden bıraktı, alt katımıza yerleşti. Evet kaloriferimiz var, telefonumuz var, banyomuz, mutfağımız falan geniş ve gıcır tamam ama bir türlü sevemiyorum bu daireyi. Ev gibi gelmiyor, başka bir şey. Neyse.

Okuldan kızlarla şahane bir sene sonu partisi planladık. Videocudan kaset kiralayacak, video oynatıcısı olan arkadaşımızın evinde toplanıp üç saatlik Duran Duran konser kaydını izleyeceğiz. Bu yüzden hepimiz evlere dağıldık ve kiralama bedelini denkleştirip önce Ulusal Video dükkanına, sonra arkadaşın evine gideceğiz.

Benim devrimde internet, bilgisayar falan yok tabii. En yüksek teknoloji evdeki sabit telefon. Telefon adı altında bir tek bunlar var zaten. Ha, bir de televizyon. Bir iki yıl önce video oynatıcılar çıktı. Önce BetaMax sonra daha kalitelisi VHS video kasetler gündemimizin merkezine oturdu. Hayatımız değişti desem yeridir. Düşünsene! Takip ettiğin TV programlarının yayın saati geldiğinde sıkıyönetim ilan edip ekran başına mevzilenmek zorunda değiliz artık! Ay ne büyük devrim. Boş kaset alıyorsun, istediğin yayını videoya kaydediyor, sonra münasip bir zamanda izliyorsun. Sadece bununla kalsa iyi. Bir sürü tiyatro oyunu, sahne gösterisinin de biletli temsilleri bittikten sonra kaseti çıkıyor. Zeki Alasya – Metin Akpınar’ın Devekuşu Kabare’sinin tüm oyunlarını ezbere öğreniyoruz mesela. Tekrar tekrar izleyip, Geceler, Beyoğlu Beyoğlu, Yasaklar vs. tümünü hatmediyoruz. Ne çok severdim ikisini de. Şimdi ara sıra YouTube’da eski kayıtları izliyorum, nostalji niyetine.

1980’lerden bu yana üstümüzden ve hatta bağrımızdan geçen zaman bize ne ettiyse, artık pek de komik gelmiyor, birkaç dakikadan fazla dayanamayıp kapatıyorum. Zamanın beni benden bu derece alması sinirime dokunuyor. Senelerce gözümden yaş gelerek güldüğüm şeyler nasıl içimi bayar? Bana ne yaptı bu zaman böyle!

Neyse. Ne diyordum, kızlarla video partisi. İşte izledik konseri, çok da eğlendik falan. Derken vakit geçti, akşamüstü oldu. Herkesin izni en çok saat beşe kadar. Geç kalıp azar işitmeden dağılıyoruz evlere. Tam vaktinde açıyorum kapıyı, bir de ne göreyim! Aile faciası çıkmış.

Babaannem benim eve gelip ona uğramadan çıktığımı fark edip ortalığı birbirine katmış. Yukarı gelmiş, anneanneme “karnesini size takdim ediyor da beni nasıl yok sayıyor, ne biçim terbiye vermişsiniz bu kıza” diye yakıp geçiyor. Ben gelene kadar annem de eve dönmüş, anneannemi iki göz iki çeşme ağlarken bulmuş. Delirmiş tabii, aşağı inip kayınvalidesine çatmaya kalkışmış. Anneannem engellemiş. Ortamda tansiyon tavanda geziyor. İçeri girer girmez annemin alev saçan bağrışına maruz kalıyorum: Derhal git o kadına, özür dile, gönlünü al. Bir de sitem edersin artık anneanneni ağlattığı için…

Anneannem söz konusu olduğunda dünyayı yakarım. Zaten annem de gazı vermiş, uçuyorum alt kata. Fakat söz konusu Güzin Hanım, öyle destursuz kavga etmek mümkün değil. Buzlar kraliçesi! Fare gibi giriyorum daireye, parmak uçlarımdayım. Dedem hemen soldaki oturma odasından kaş göz ediyor, elini öp, gönlünü al diye. Salona geçiyorum. Kraliçem kanepeye uzanmış ki, hiç âdeti değildir. On altı yıllık ömrümde o güne kadar kendisini yatarken ya da gecelikle görmüş değilim. Yanlarında kaldığım zamanlar dâhil! Bugün yatıyor. Al sana kırmızı alarm!

Beni fark edince yüz çeviriyor, sırtını dönüyor. Kanepenin önüne diz çöküp elini avcuma alıyorum. Başlıyorum yalvarmaya. Bir yarım saat, belki daha fazla dil döküp, kendisini ekarte etmediğimi (onun tabiri bu), sadece harçlık almak için anneannemin yanına gittiğimi, kendisini anneannemden aşağı tutmadığımı, zaten akşam yıkanıp, derli toplu giyinip karnemi takdim etmek için yanına geleceğimi, arkadaşlarım bekliyor diye aceleyle… Falan filan. Anam onca dil dökmeye, yalvarmaya dağ oynar yerinden, babaannem milim kıpırdamıyor.

En nihayet benim de tepem atıyor. Ben de bir Güzin’im sonuçta, öyle ya! Eeeeehh! diye ayağa fırlıyorum, açıyorum ağzımı yumuyorum gözümü. “Sen” demeden ama, daima olduğu gibi “siz” hitabıyla: “Siz de tadını kaçırdınız artık babaanne. Deminden beri anlatıyorum işte. Çocuk gibi kapris yapmak, küsmek size hiç yakışıyor mu? Sizin vasıflarınıza sahip bir hanımefendi torununu hiç böyle rencide eder mi? İstirham ederim medeni tavra geri dönün artık, dayanamayacağım!” Oh be, savaşı kazanıyorum. Barışıyoruz güzel güzel. Hatta sonunda gülümsüyor bile. Çetin ceviz çıkmama memnun oluyor, kendi dedi sonradan.  

Hadisenin geçtiği yaşlarımız

Nasıl? Belgin Doruk filminden bir tirat gibi değil mi. Öyleydi ama kendileri, başka dilde konuşulmazdı babaannemle. Hayatımın Demir Leydi’siydi. Böyle çekişmemize bakma, aslında yakındık birbirimize. Dostluğumuz bu olaydan çok öncesine, benim ilkokula başladığım yıllara dayanır. Haydi gel, yurdum saydığım, kendimi ait hissettiğim o yıllara gidelim. Babaannem başka türlü bir şeydi zira. 

Güzin Hanım, Selanikli Müslüman bir ailenin 1921’de Türkiye’de doğmuş kızı. Annesini çok küçük yaşta kaybetmiş, hatırlamıyor. Sadece duvar boyu bir fotoğrafı vardı başucunda, altın çerçeveli. Annesi hakkında bildikleri o fotoğraftan öte değil. Üveyler elinde büyümüş sanırım. Çok ketum bir kadındı. Anneannem gibi yarasını açıp göstermesini, anlatmasını sağlayamadım. Asla verili koşullara teslim olmaz, asla kendini akışa bırakmazdı. Kolalı dantel yaka gibi, tüm zarafetiyle ve kazık gibi dimdik dururdu hayatın karşısında.  

Babası varlıklı bir üst düzey bürokrat. Birtakım kurumlarda, fabrikalarda müdürlük, müsteşarlık falan ile meşgul. Güzin Hanımın çocukluğu ve ilk gençliği Salacak’ta büyük bir yalıda geçiyor. O yıllara dair bilmeme izin verdiği tek şey, Kurt ismini taktığı köpeğiyle her gün Boğaza yüzmeye gittiği. Sahibesi denizden çıkana kadar kıyıda telaş içinde bekleyen alman çobanı, anlaşılan tek arkadaşı. 

Genç anne Güzin, babası ve oğluyla.

Lise çağına gelince “leylî” yani yatılı veriyorlar. Karşı sahildeki Boğaziçi Kolejine yazılıyor. Yaz tatilleri hariç eve dönmeden, bütün gençliğini okul kampusunda geçiriyor. Üvey anne istememiş anlaşılan, tam bilmiyorum. Anasızlık, yatılı okumak, mezun olur olmaz evlendirilmek ve hiç alışık olmadığı ilkel Anadolu kasabalarında yaşama mecburiyeti… Hepsini alt alta koyunca ortaya işte böyle tavizsiz bir hanımefendi çıkıyor herhalde.

Kocasını severdi sanırım, onu gördüğünde yüzü gülerdi çünkü. Adam doktor bir defa, prestiji yerinde. Üstelik havacı albay. Emir eri var, rütbesi makamı desen… Bunlar önemliydi babaannem için. Ben evlenirken de müstakbel eşimin profesör olmasına pek sevinmişti. Daha önce verdiğim başka bir habere bunca ışıldadığını hatırlamıyorum. 

Güzin ve Hakkı

Hakkı dedem de Selanik göçmeni. 1909 veya 1910 doğumlu. O devrin nüfus kayıtları Rumî takvimle olduğu için kesin bilmiyoruz. On bir yaşında gelmiş İstanbul’a. İşgal İstanbul’una. Yedi kardeş ve anneleri. Baba çok erken vefat etmiş. Nişantaşı çayır çimen bir yer o zaman. Tenekeden bir barakaya sığınmışlar.

İlkokul çağındaki Hakkı, evlerine yakın bir arsada arkadaşlarıyla top oynarken düşüp kolunu kırıyor. Hastaneye götürüyorlar. Doktor röntgen çekiyor, alçıya alıyor kolu. Bir de ilaç veriyor ağrı için. Dedem bu hatırayı her defasında aynen şu sözlerle anlattı bana: “Acımı dindiren, beni kurtaran hekime hayran oldum, minnet duydum. Doktor olmaya o gün karar verdim. Fakat aile çok fakir, beni tıbbiyeye yollamaları imkânsız. Ben de mecburen askeri mektep imtihanına girdim, kazandım. Doktorluğun diyeti olarak asker oldum yani kızım.”

Tıbbiyeden mezun olunca ilk tayin yeri Beytüşşebap. Bekar subaylara lojman verilmiyor. Çadırda kalıyor Hakkı. Hiçbir eşyası da yok. Konserve tenekesinde fasulye pişirip yemekten iflahı kesilince ablası Növber’e yazıyor: Beni münasip bir kızla evlendirin. 

Hakkı Bey'in tıbbiye diploması

Üsküdar’da yakın mahallelerde yaşayan Selanik göçmenleri arasında haber yayılıyor. Güzin’in ağabeyi Hakkı’nın mektep yıllarından arkadaşı. Aralarındaki 11 – 12 yaş farkını kastederek “Biz abisiyle mektebe giderken bu camda lazımlıkta otururdu” diye dalgasını geçerdi dedem, babaannemle. 


Evleniyorlar. Düğün fotoğrafı Disney masallarından alınma gibi. Fakat hayat onları Anadolu’nun orta çağına savuruyor. İlk çocukları Can, yani babam yeni doğmuşken İkinci Dünya Savaşı sillesini yiyorlar. Merzifon’da görevli dedemin acil olarak Adana hava üssüne tayini çıkıyor. Amasya’dan Adana’ya yaz ortasında tren yolculuğu. Haftalar sürüyor. Trende temiz su yok, banyo imkânı sıfır, yemek pişirmek bile bin bela. Sonunda bir buçuk yaşındaki oğlan hastalanıyor. Ateş bir yandan ishal bir yandan. Adana’da kaldıkları üç – beş ay hep hasta çocuk. Ancak Merzifon’a dönüşte iyileştirebiliyorlar. “O hadisenden sonra sağlığı bir daha hiç rayında gitmedi çocuğun. İkincide asla kocamla görev yerine gitmedim.” Amcam nispeten şanslı. Hem harpten sonra dünyaya gelmiş, yokluk sefalet çekmemiş hem de Eskişehir’in medeni ortamında tayin, tren görmeden büyümüş.  

Ah tren, kara tren...

Eskişehir’deki hayatları gayet iyi. Hakkı Bey askeriyedeki mesaisinden arta kalan hafta sonlarında eşek sırtında köy köy gezerek hasta bakıyor. Karı koca çok tutumlular. Her kuruşun üstüne düğüm ata ata sonunda bir apartman alıyorlar. Bir katı muayenehane bir katı kendilerine. Diğerlerini de kiraya veriyorlar.

Tek dertleri oğlanların tahsili. İkisi de haylaz, antika tipler. Öyle derdi babaannem. Amcam hayvan delisi. Porsuk deresinden kurbağa yakalar, balkonu su doldurup onlara bakarmış. Babam çocukluktan beri ketum. Ağzından dişini söker, laf alamazdın diye anlattılar. İçine kapanık yetişmiş. Dedem sert bir baba. Notlar kırık gelince basmış sopayı. Bu dayaklardan babamın bir kulağı işitmez olmuş. O derece. 


Liseyi iyi bir mektepte okusunlar diye İstanbul’da ev almaya karar vermişler. Şişli’deki daire bu kararın eseri. Babaannemin deniz hasreti de bizim cici bahçeli evin. Derken annemler girmiş resme ve sonra da ben.

İçine doğduğum, toprağıyla suyuyla yoğrulduğum yerin bir sayfiye olmasını dedemle babaanneme borçluyum. Daha önce anlattım, yüzmeyi bile onlar öğretmiş. Bahçeyi, doğayı, hayvanları, denizi, deniz insanı olmayı onlardan öğrendim. Dedem oğullarından esirgediği sevecenliği üstüme boca etti desem yeridir. Patenden bisiklete, kendi kendine İngilizce öğrenme setinden edebiyat klasikleri setine kadar, gelişimimde yapıtaşı olan birçok şeyi dedeme borçluyum.

İlkokula boyunca her sömestr babaannemlerde kalırdım, Güzin Hanım böyle istedi. Şükür ki öyle olmuş. Yoksa kültür eğitimim çok eksik olacaktı. Bacak kadar boyuma aldırmadan bana büyük adam muamelesi yapardı babaannem. Elimden tutar Atatürk Kültür Merkezinde opera, bale izlemeye götürürdü. Şan Tiyatrosunda müzikaller, Kenter Tiyatrosunda Çehov’lar izledim. Daha ortaokula bile gitmiyorken bu seviyedeki kültür bombardımanına borçluyum elimdeki kalemi. Zihin dünyam onun sayesinde genişledi. 

Güzin Hanımın "muntazam" torunu.

Hatta ben ortaya başlamadan evvel “Bu kızın tahsile istidadı var, onu St. Benoit’te okutalım. Masraflarını biz karşılarız. Bizde kalır, hafta sonları size getiririz” dediler. Babaannemle bir gün gittik. İlk kitabımı okuyanlar bilir. Kara çarşaflı, beyaz kolalı başlıklarıyla ortada dolaşan Katolik rahibeleri görünce ödüm kopmuş, istememişim. Annemin de canına minnet, zaten kızını vermek istemiyor. Böylece mahalle mektebine mahkûm kaldım. Sanırım hayatımın en büyük hatasıydı.

Güzin Hanım öyle bir karizmaydı ki beni, amcamın benden küçük iki oğlunu ve yetmezmiş gibi gelinin kız kardeşinin iki oğlunu daha alır, gezmelere götürürdü. Kendi anasıyla olunca evi yıkan biz beş velet, Güzin Hanım nezaretinde kurmalı maymunlar gibi disiplinli, rabıtalı davranırdık. Halâskârgazi caddesinin bir başından, Şişli camiinin oradan bir başlardık yürümeye, ta Pangaltı’daki dondurmacıya kadar asker gibi, ip gibi muntazam ilerlerdik. Yok hayır, babaannem bize fiske dokundurmadı. Ters bir bakışı bizi hizaya getirmeye yeterdi zaten, gerek yoktu başka şeye.

Bir buçuk metre boyuyla hayatıma yön veren bir devdi babaannem. Gözümü dünyaya açtı, dünyayı önüme serdi. Lisan öğrenmemi de yurt dışına gitmemi de ta yirmi beş yaşında piyanoya başlamamı da o mümkün kıldı. Bütün sertliği ve kuralcılığına rağmen birbirimize duyduğumuz sevgiyi ifade edebildik şükür. 

Ben büyüyüp yetişince, o yaşlanınca daha bir sıcacık olduk, daha bir kucak kucağa geçti son senelerimiz. Dedemle de öyle. Dirayet ve zarafetleriyle imza attıkları hayatım sürdüğü müddetçe yeryüzünde hayır duaları da eksilmeyecek. 

Ben gelin olurken de yanımdaydılar.

 

 

 

 

EFENDİLİK ÇAĞINA ÖVGÜ

  Neredeyse yüz sayfadır sana ait olduğum zamanı, onun öyküsünü, kahramanlarını anlattım durdum. Sıkılmadın umarım. Bugünden farklı, bugünde...